BİR BAHAR DOKUNUŞU

Posted on Updated on

Bankadayım. Bilmediğim yerlerden gelen, tanımadığım bu insanlarla,aynı kaderi paylaşıyorum. Bir istasyon kalabalığı gibi bankanın önü. Gökyüzü kurşun rengini soyunmadan kapıya dayanan sakallı dedeler, hayat arkadaşlarına sarılır gibi bastonlarına tutunarak ayakta durmaya çalışan zayıf hastalıklı nineler ve on sekizimde hayatın karanlık yüzüyle bu bankada yüzleşen ben.
Dışarıda kar yağdığı için bizi içeriye aldılar. Kısa sürede üç ayrı servisin önünde düzensiz kuyruklar oluştu. İşlemler başlar başlamaz tiz bir kadın sesi ihtiyarların uğultusunu bir bıçak gibi kesti. O yırtıcı ses bankanın içinde yankılandı, yankılandı.
– Olmaz! Olmaz! Veremeyiz parayı. Evrakın eksik be kadın. Meşgul etme memuru.
Bütün gözler aynı noktada, evrakı eksik olduğu için bir çocuk gibi azarlanan kadın üzerinde birleşmişti. Zavallıcık bir tek söz etmeden kağıtlarını çantaya koydu. Elleri rüzgara tutulmuş birer sonbahar yaprağı gibi tir tir titriyordu. Usulca kapının kenarındaki koltuğa oturdu. Yanaklarından bir biri ardına süzülen gözyaşlarını göstermemek için başını mahcupça önüne eğdi. Koskoca kadın usul usul ağlıyordu. Ağlamak bir insana bu kadar yakışır mıydı? Ona yakışıyordu işte. Sanki yeşil bir gözeden ince ince kaynıyordu gözyaşları. Ne güzel kadın diye geçiri yordumdu ki içimden yanındaki küçük kız çocuğunu fark edince bu defa ne güzel çocuk diye söylendim kendi kendime. Torunu olmalıydı muhakkak; yeşil gözlerini büyük annesinden almıştı. Hele o ince zarif çenesi tıpkısının aynısıydı. Durmadan kadının sessizce akıttığı yaşları minik elleriyle siliyordu.
Dayanamadım, yanlarına gittim. Elimdeki simidi çocuğa uzattım, almadı. Adını sordum, söylemedi. Ağlayan kadın mırıldanırcasına ‘’Konuşamıyor torunum. Adı Bahar.’’ dedi. Ancak bu isim konulabilirdi bu kız çocuğuna. Gözlerini her açıp kapatışında kirpiklerinin arasından sızan sıcak yeşilden, kendi etrafında dönerken kıvırcık saçlarının her bir kıvrımına düşen sarışın gölgelerden, yanağındaki iki çukur gamzenin her bir tebessümde taze bir bahar serinliği gibi içerinize esmesinden adının ‘’Bahar’’ olduğunu sezebiliyorsunuz.
Acaba neden konuşa mıyordu? Yüreğimde bir yıldız kaymıştı sanki. Onun mahsun haline içim ezildi. Simidi büyükannesine uzatıp tekrar sıraya geçtim. Arkamı döndüğümde ise bankadan çıkmışlardı.
Bir saate yakın sıranın bana gelmesini bekledim ve paramı alıp, çıktım. Acele ediyordum. Akşam ayazına yakalanmadan evde olmayıydım. Durağa geldiğimde bankta oturan küçük çocuk işaret parmağıyla beni gösteriyor, heyecanla büyükannesinin şalını çekiştiriyordu. Bunlar bankada gördüğüm çocuk ve büyükannesiydiler. Onlarla bir daha karşılaşacağımı asla tahmin edemezdim. Aklım o çocukta kalmıştı oysa. Neden konuşamıyordu ki?
Yanlarına oturdum. Sohbet meclislerinde kimselere ağız açtırmayan, dersleri kaynatmam için arkadaşlarımın yalvar yakar olduğu ben, iki lafı bir araya getirip çocuğun neden konuşamadığını bir türlü soramıyordum. Neyse ki ilk sözü o açtı:
– İstanbul hep böyle soğuk mudur evladım?
– Soğuktur ya hem daha soğuk günlerini de gördük. İstanbul’da oturmuyorsunuz
herhalde.
Derin bir ah çekip; ‘’Aydınlıyız’’ dedi. ‘’Madran dağlarının eteklerinde badem ağaçlarının çiçek açtığı sıcak yerlerden geldik.’’ ‘’Peki paranızı neden alamadınız’’ dedim.
Gözlerinde çiçeğe duran badem ağaçlarının hayali silinmişti. Boş gözlerle baktı. Sesi yumuşak ve elem yüklüydü:
– Evladım ben otuz sene öğretmenlik yaptım. Beni onca insanın içinde azarlayıp, kovmaktan beter eden, o memur kız gibi nicelerini okutup sıraya kattım. Vatanımın her köşesini memleketim bilip vazifelendirildiğim yerlere burnumu kıvırmadan gittim. En ücra köylerdeki öğrencilerimi evlatlarımdan ayırmadan bağrıma bastım. Vardığım her karış toprağa sevgi götürdüm. Bir ömrü insanı sevmeye adadım. Onun için bugün maaşımı alamadığıma değil; gördüğüm muameleye, insanların gitgide sevgisizleşmesine üzüldüm.

Buraya torununu iyi bir doktora göstermek umuduyla gelmişti. Neden konuşamadığını sorduğumda:
– Babasını bu yıl kaybettik. Onun ölümünden evvel konuşurdu, hem dilleri bülbülleri kıskandırırdı. Ama babacığının acısını taşıyamadı küçük yüreği. Karanlık bir sessizliğe gömüldü yavrucak. Gelirken maaşa güvenip beş kuruşta almadık yanımıza. Şimdi ne geriye dönecek ne de Bahar’ı doktora götürecek paramız var. Bizim rahmetli ‘’Tedbirsiz taharete giden diz üstü taş arar’’ derdi de o zaman anlamazdım. Meğerse ne doğru söylermiş.
Kadını dinlerken çocukla göz göze geldim. Küçük yaşta babasız kalmanın ne demek olduğunu ve çektiği ızdırapları en az onun kadar ağır yaşamış biri olarak hıçkırıklarla ağlamamak için kendimi zor tutuyordum.
Ya çantamdaki parayı onlara verecek dertlerine derman olacak yahut hiçbir şey olmamış gibi yanlarından ayrılıp belki bir ömür vicdan azabıyla kıvranacaktım. Hiç tereddüt etmeden çantamı açtım, parayı ona uzattım. Şaşırmıştı. Ne diyeceğini bilemedi.Yüzündeki çizgileri iplik iplik gerildi. Parayı almak istemedi. Borç veriyordum, memleketine dönünce yollayacaktı. Zorla yalvar yakar eline sıkıştırdım. Kirpikleri yeniden ıslandı. ‘’Hala senin gibi insanlar varmış, ne mutlu’’ derken sesi titredi.
Büyük annesinin beyaz yün şalı altına uysal bir kedi gibi sokulan küçük kız olanları oldukça büyük bir olgunlukla izliyor, kah parayı bir başkasından almanın ezikliği ve hüznü kah bulundukları sıkıntılı durumdan kurtulmanın sevinci ve umudu gözlerinde beliriyordu. Usulca yerinden kalktı ve gelip yanağımdan öptü beni. İşte bu bir bahar dokunuşuydu.
Durağa uğrayan yolcular, onları alıp götüren gürültülü arabalar… İstanbul’un insanı yoran, canından bezdiren kalabalığı ortasında akarken içimde ansızın uyanan huzur dolu sükunet…
Akşam olanları evde anlattığımda yan komşumuz Ayşe abla böyle bir dolandırıcının yanında küçük çocukla Bankaları, Hastaneleri dolaşıp gözüne kestirdiği saf insanları buna benzer sözlerle kandırıp paralarını aldığını anlattı. Olamazdı böyle bir şey o kadının temiz yüzü sonra içli şiirleri kıskandırırcasına ağlayışı o küçük kızın büyük annesinin göz yaşlarını silerkenki halleri hangi ressam tualine sığdırabilirdi bu resmi ve hangi usta dolandırıcı o küçük kızın beni öperkenki bahar dokunuşunu üzerime bırakıp gidebilirdi

O gece sabaha kadar onları düşündüm evdeki herkes dolandırıldığıma inanmıştı. Annem durmadan ahlayıp, ofluyor “ Haram olsun, zehir zıkkım olsun” diye dövünüyor mahalleli geçmiş olsuna gelip beni teselliye çalışıyordu. Günlerce haftalarca onlardan gelecek küçücük bir haber bekledim durdum. Verdiğim para umurumda değildi. Yeter ki arasınlardı. Halimi hatırımı sorup, işimizi gördük deselerdi, ama ne arayan ne de soran yoktu işte. Bir ikindi vakti komşular bizde toplanmışlardı ve konuştukları mevzu yine aynıydı. Kapı çalındı. Benim adıma bir paket gelmişti. Heyecanla paketi açtığımda içinden kar gibi güllü danteller rengarenk iğne oyaları ve birde mektup çıktı. Mektubu açınca paketin Aydın dan geldiğini anladım. Herkesin dolandırıcı sandığı emektar öğretmen benim verdiğim para sayesinde torununu Doktora götürebildiğini ve konuşmaya başladığını bu hediyeleri de kendi elleriyle hazırladığını Bahar’ında bana en çok sevdiği bebeğini gönderdiği yazıyordu. Bu bebek hayatım boyunca aldığım en güzel hediyeydi ve ben bebeğe sarılıp hıçkırıklarla ağladım.
O gün konu komşu hepimiz bir daha anladık ki hayat bazen bir Bahar dokunuşuydu.
1994 Gül ALTUNTAŞ

Yorum bırakın